18 Nisan 2010 Pazar
bizzat Atatürk'ün emriyle Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu.
Ölmeden önce milleti hakiki hürriyete kavuşmuş ve alışmış görmek
istiyorum. Bunun için muhalif bir parti lazımdır
Prof. Kemal karpat bi yazısında da Mustafa Kemal ,n Çankaya ya
hapsedildiğini söylemişti..
Sabahattin Selek de kitaplarında köşke gelen insanların hep aynı kşiler olduğunu yazmıştı
Can Dündar da Mustafa da Atatürk ün mutsuz olduğunu anlatmak
istemişti tabi yönetmen olmadığından filmi duygusuz olmuştu
Prof. Halil inalcık onun canlı gaste programına katıldığında filmin eksiklerini nazik bir ifadeyle söyledikten sonra Serbest Fırka deneyimini mutlaka yaz filme çek demekten kendini alamamıştı..
Türkiyenin Hatıra Defterinde insanların izmir mitinginde " kurtarın bizi bunlardan" diye Fethi Okyar a yalvardıklarını da izlemiştim..
ilk muhalefet partisi olan Milli Kalkınma Partisi'nin genel başkanı Nuri Demirağ 'artik yeter' sloganı 1945'te ortaya atılmıştı
bunlar beni yine meraklandırdı..
radikal gazetesi yazarı Avni Özgürel in yazılarından aşağıdaki yazıyı hazırladım..
Yaşanan siyasi tartışmalar ve bunların doğurduğu sonuçlar
bakımından 1930 yılı demokrasi tarihimizde dönüm noktası
sayılabilir. Ünlü Takrir-i Sükûn Kanunu'yla 1925) Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası ve muhalif basın kapatılmış; İsmet İnönü itirazsız
iktidarını sürdürür hale gelmişti. Ama bu göstermelik sükûndan başta
Atatürk olmak üzere herkes şikâyetçiydi. Sonuçta 1930
Ağustos'unda bizzat Atatürk'ün emriyle Serbest Cumhuriyet Fırkası
kuruldu.
Atatürk zor da olsa o tarihte Türkiye'nin Londra Büyükelçisi olan Ali
Fethi Okyar'ı ikna etmişti muhalefet partisini kurmaya. Öyle ki, yeni
partinin Çankaya'yla ihtilaflı olduğu hissinin uyanmasına mani olmak
için Gazi ve Ali Fethi Bey karşılıklı mektuplaşmaları, Fethi Bey'in
niyetini Atatürk'ün de Fethi Bey'in teşebbüsünden duyduğu
memnuniyeti yazmaları kararlaştırılmıştı ve bu mektuplar basına
açıklanacaktı. Öyle de oldu... Basın, Fethi Bey'in "Tam laiklik ve
cumhuriyetçilik temeli üzerinde" yeni bir parti kuracağına dair
açıklamasını duyar duymaz Atatürk'ün kaldığı Yalova kaplıcalarına
akın etti. O da "Yeni fırka inşallah memleket için faydalı olacaktır.
Fethi Bey'in teşebbüsünü sevinçle karşılıyorum" dedi. Ardından
mektuplar açıklandı.
Atatürk burada Fethi Bey'e iktidar ve muhalefet partileri karşısında
tarafsız kalacağını, seçimlerin adil bir şekilde yapılmasını
denetleyeceğini söylüyordu.
'Kaç mebus lazımsa...'
Atatürk çevresindekileri yeni partiye katılmaları konusunda
yüreklendirmeye çalışıyor ama onların zihinlerindeki tereddüdü
gideremiyordu. Yakın arkadaşı Nuri Conker'de, kız kardeşi Makbule
Atadan'da çekingenlik hâkimdi. Ahmet Ağaoğlu'yla yeni partiye gidilip
gidilmemesi konusunda oldukça sert bir şekilde tartıştı ama onu bile
ikna edemedi. Hepsi İsmet İnönü'nün bu partiyi de 'irtica'yla
suçlayacağı ve sonuçta kapattıracağı kanısındaydı. Ahmet Ağaoğlu
İnönü'nün de bulunduğu bir sohbette açık açık, "Herkesin yan yana
oturduğuna bakmayın. Meclis'te serbest düşünme, serbest söyleme
ve serbest hareket etme imkânı verilse, CHF kendiliğinden iki kola
ayrılır ve ayrılanla hakiki bir muhalif fırka kurulmuş olur" diyordu.
Atatürk kızacağı sanılırken kahkahalar atarak bu fikre katıldığını
söylemesi Ağaoğlu'nu daha yüreklendirdi ve Gazi'nin huzurunda
İnönü'yle milletvekillerine bir devre görev yapsalar dahi ömür boyu
emekli maaşı bağlanmasını öngören kanun dolayısıyla tartışmaya
oturdu.
Atatürk tartışmaya müdahale edip konuya dönülmesini sağladıktan
sonra Ahmet Ağaoğlu'na, "Denetleme görevini yapmanız için kaç
milletvekiline sahip olmalısınız?" diye sordu; onun da "10-15 doğru
dürüst bilgili
adam yeter" demesi üzerine, "Öyleyse merak etmeyin. Ben yeni
fırkaya 50- 60 hatta daha çok mebus temin ederim. Size şimdiden
Kütahya mebusu Nuri Conker'in umumi kâtip olmasının sözünü
veriyorum. Bunu söyle-dikten sonra Conker'e dönüp, "Nuri kabul
ediyorsun değil mi?" diye sordu. Çaresiz kalan Conker'in,
"Emredersiniz" cevabı üzerine kız kardeşi Makbule'yi işaret edip,
"Hemşirem de şimdiden yeni fırkaya girmiştir" dedi ve Ağaoğlu'na
dönüp ekledi: "Daha söyleyecek bir sözün kaldı mı?"
'Seçilecek diyorum...'
Ahmet Ağaoğlu hâlâ ikna olmamıştı. Atatürk'le aralarında şu diyalog
gelişti:
- Paşam, Ali Fethi Bey halen büyükelçidir. Nasıl Meclis'e girebilecek,
nasıl yeni kurulan partinin reisliğini yapacak?
- Mebus olacak elbette.
- Paşam nasıl mebus olacak, aklım almıyor.
- Başkaları nasıl olduysa o da öyle olacak.
- Paşam başkalarını siz tavsiye ediyorsunuz ve sizin fırkanızın
mensupları onları seçiyorlar. Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan olmayan
Fethi Bey'i siz nasıl ve kime tavsiye edeceksiniz? Yeni parti henüz
kurulmadığına göre Halk Fırkası üyeleri nasıl olur da kendilerine
rakip olacak bir partinin liderini seçerler?
- Ne karıştırıyorsun sen? Ben sana Fethi Bey seçilecek diyorum...
Atatürk sabırsızlanıyor, muhalefet partisinin bir an önce kurularak
Meclis'te göreve başlamasını istiyordu. Bu yüzden Serbest
Cumhuriyet Fırkası (Tüzük taslağında bu isim Serbest Laik
Cumhuriyet Fırkası diye
anılmıştı) doğru dürüst program bile hazırlayamadan kuruluş
dilekçesini İçişleri Bakanlığı'na vermek zorunda kaldı.
'Allah muvaffak etsin'
Ufukta belediye seçimleri vardı ve SCF kurucularının hedefi bu
seçimlere katılmaktı. Atatürk, "Yeni kuruldunuz, hemen seçime girip
kaybederseniz aleyhinize olur" diye uyardı Fethi Bey'i. Ama
muhalefet lideri kararlıydı ve o izin verirse seçime katılacaklarını
hatta kesinlikle kazanacaklarını söyledi. Atatürk "Allah muvaffak
etsin" demekle yetindi.
İnönü tehlikenin büyüdüğünü anlamıştı ama engellemek için biraz
daha beklemeye karar verdi. Nasılsa muhalefet kitleleri harekete
geçirecek, sonuçta bazı olaylar çıkacaktı; o zaman müdahale etmek
daha akıllıcaydı.
Fethi Bey'in İzmir gezisi CHF'nin aradığı fırsatı verdi. Halk coşku
içinde Fethi Bey'i karşılamaya hazırlanmıştı. Ama muhalefet liderinin
orada konuşturulmaması talimatını alan yerel yöneticiler olaylar
çıkması ihtimalinden söz ederek Fethi Bey'e, "Mitigten vazgeçmesini"
söylediler. Fethi Bey durumu Atatürk'e iletmek için çekmek istediği
telgrafı kabul edecek postane bile bulamadı. Sonunda onun kaleme
aldığı metin İzmir dışından Ankara'ya ulaştırıldı ve Atatürk vakit
geçirmeden müdahale etti: "Anlıyorum ki sana nutkunu söyletmek
istemiyorlar. Fakat sen behemahal nutkunu söyleyeceksin. Ve
tesadüf edeceğin herhangi bir engeli bana bildireceksin. Başvekil,
Dahiliye Vekili ve İzmir Valisi asayişi temin etmekle mükelleftir."
Atatürk telgrafının birer kopyasını İnönü'ye ve mahalli yöneticilere
çektirmişti. Sonunda miting izni çıktı. Ama bu kez Fethi Bey'in
konuşma yapacağı kürsünün karşısına ikinci bir kürsü hazırlandı ve
Fethi Bey'in
orada konuşmaya başladığı söylentisi çıkarıldı. Oysa kürsüye çıkan
Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt'tu. Halk durumu protesto etmeye
başlayınca orada bekletilmekte olan polis gücü harekete geçti.
İtekleme, coplama denenmedi bile tabancasını çeken polis ateş
etmeye başladı halkın üzerine. Mitinge babasıyla gelen 14 yaşında
bir erkek çocuk oracıkta öldü. Olaylar kontrolden çıktı.
Fethi Bey kargaşadan sıyrılıp Ankara'ya döndüğünde gazetelerin
hakkında kaleme aldıkları ağır yazılarla karşılaşınca ne yapacağını
şaşırdı. En şaşırtıcı olanı da CHF yönetiminin onu 'hükümete
geçmeyi istemekle' suçlamasıydı. Fethi Bey buna dayanamadı ve
Meclis'e koştu: "Efendiler, iktidar partisinin daima o mevkide
kalacağını söylemesini tabii, bizim fırkamızın iktidara geçmek isteğini
suç saymanın mantığını anlamak imkânsız. Eğlence olsun diye
kurmadık bu partiyi, tabii iktidara geçmek istiyoruz."
Ahmet Agaoğlu bir kez daha Çankaya'ya çıktı. Atatürk şiddet
olaylarından rahatsızdı:
- Beni Serbest Fırka'ya siz soktunuz. 62 yaşındayım ve hayatımın
kırk yılını gücüm dahilinde milletime hizmet için geçirdim. Mezarıma
birkaç adım kalmışken milleti anarşiye sevk eden sebep olarak
görülüyorum. Hepsi bir yana siz benim kurtarıcımsınız. Beni Malta
esaretinden kurtardınız. Oysa millete ihanet ettiğim gibi kurtarıcıma
da karşı çıktığım suçlaması altındayım. Buna katlanamam.
- Ne yapacaksın?
- Çekilir, öğretmenlikle meşgul olurum.
- O zaman beni karşında bulursun. Anlıyorum ki sen verdiğim
sözden şüphe ediyorsun. Namus sözüm var. Müsterih olun Bu kabil
olaylar Avrupa memleketlerinde de oluyor.
'Kapatıyoruz'
Atatürk 1 Kasım 1930 günü hedefinin tek dereceli serbest seçim
olduğunu söylediğinde Fethi Bey ve arkadaşları adeta bayram etti.
Ama iki gün sonra Çankaya'nın havasının değiştiğini gördüler.
Atatürk kendisinin de inanmadığı bir çözümü öneriyordu: "Siz
çalışmaya devam edin ben de partimin başında siyasi mücadeleye
katılayım."
Fethi Bey partisinin diğer kurucularıyla görüşüp Köşke çıktı,
kararlarını bildirdi: "Biz sizinle mücadele etmek için parti kurmadık.
Dolayısıyla fırkayı dağıtmaya karar verdik."
Atatürk'ün Fethi Bey'i parti çalışmalarını sürdürmek konusunda ikna
çabaları sonuç vermedi ve iki dost insan Serbest Fırka'nın kendisini
kapatma kararı aldığının Meclis'te duyurulmasına karar verip ayrıldı.
Çerçeve
Çankaya'ya Anıtkabir planı
Atatürk'ün Çankaya'yı çok sevdiği biliniyor. Orada rahat ettiğini her
vesileyle söylediği de. Nitekim ölümünden sonra Falih Rıfkı
Atay, Selah Cimcoz ve Ferid Celal Güven'den oluşan komisyon
kurulacak Anıtkabir için en uygun mevkiin Çankaya olduğuna ilişkin
bir raporu Ulus gazetesinin başlıklı kâğıdı üzerinde kaleme aldılar.
Ama o tarihte kabul gören bu fikir daha sonra hatırlanmadı bile.
1939 da ingilizlerle anlaşma yapan Atatürkün ismini her yerden silmeye .alışan kimdi..
Mustafa Kemal Atatürk, Tokat'ta bir yurttaşın derdini dinlerken ( 21 Kasım 1930)
.jpg)
bu fotağrafta bana çok hüzünlü geldi mustafa
kemal..hüzün bazen yakışmıyor insanlara..
vatandaşının derdine bu kadar duyarlı bir
lider görmüş müdür bu topraklar..Mustafa
Kemal 1929 dünya büyük buhranından
hemen sonra yurt gezisine çıkmıştı.
tarihin 1930 olması bana 29 dünya ekonomik
buhranını ve serbest fırk
ayı hatırlattı..
ve bu fotoğrafın ardında yatan gerçekleri
araştırdım..
Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa
Kemal Atatürk’ün Tokat’a son gezisi, 21
Kasım l930’da gerçekleşti. Kayseri’den
başlayan ve Trabzon’a kadar sürecek olan
bu yurt gezisinin amacını yine bu geziye
katılan Ahmet Hamdi Başar şu şekilde
açıklamaktadır:
“Atatürk’ün geniş ölçüde yapacağı bu
seyahatin hususi bir hedefi vardı: Serbest
Fırka hadisesi memlekette idareden memnun
olmayanların çokluğunu ortaya koymuştu.
Her taraftan şikayetler yükselmekteydi.
Bunların hepsini hocalar, mürteciler ve saire
yapıyor denemezdi. Çünkü her şikayet
madde gösterilerek yapılıyordu... İşte 1930
senesi İkinciteşrin(Kasım) ayının 11 inci
pazartesi akşamı Ankara istasyonundan
Kayseri’ye doğru mütahassıs bir heyetle
beraber, hareket eden Atatürk, işlerin iyi
gitmediğini ve müdahale lazım geldiğini
ancak yakın zamanda anlamış olarak
seyahate çıkıyordu”
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu geziyle ilgili
hazırlanan notları incelendiğinde, Tokat’ın iki
önemli konuyla gündeme geldiğini
görmekteyiz. Bunlardan birincisi, tütün
üreticisinin şikayetleriyle ilgilidir
Ellerinde fazla miktarda eskimiş ve yıpranmış
tütün bulunan köylüler, bu tütünlerin inhisar
idaresi tarafından satın alınması konusunda
başvuruda bulunmuşlardır. Konuyla yakından
ilgilenen Atatürk, söz konusu tütünlerin 1927
ve 1928 yıllarına ait tütünler olduğunu ve
ekonomik açıdan bir değer ifade etmediğini
anladıktan sonra köylülerin bu isteklerini
kabul etmemiştir.
Tokat’la ilgili diğer önemli bir konu ise, gerek
burada gerekse bölgede görülen fare
tahribatının ekinler üzerinde yol açtığı
zarardır . Karadeniz Bölgesi’nde olduğu gibi
Tokat ve özellikle Kazova’da fare tahribatı
nedeniyle ekinler büyük zarar görmüş, tarla
sahipleri ekonomik yönden büyük büyük
sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardır. Resmi
makamlardan istenmesine rağmen henüz
herhangi bir kimyasal ilaç alamadıklarını
söyleyen köylüler, yeni yılda ekecek
tohumlarının dahi bulunmadığından şikayet
etmişlerdir. Konuyu yakından inceleyen
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk,
gerekli incelemeler yapıldıktan sonra zarar
görenlere gerekli tohumun ve ilaçların
gönderilmesi, Ziraat Bankası borçlarının ise
yarısının ertelenmesi konusunu Hükümete
bildirmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk tarafından 22 Kasım
1930 tarihinde Samsun’da yazılan ve
Başvekil İsmet Paşa’ya hitaben yazılan
konuyla ilgili telgrafa verilen 23 Kasım 1930
tarihli yanıt aşağıdaki şekildedir:
“Başvekâletten mevrut Ankara 23/XI/931
tarihli telgraf suretidir
1- Havzadaki arazi vergisi için Samsun
defterdarlığına Maliyeden emir verilmiştir.
2- Tohumluk Ziraat Bankası nezdinde takib
ediliyor. Mahalli sandıklara merkezden para
gönderilecektir.
3- Traktörlerin değiştirilmesine kadar geçen
seneden tenzilat yapılmaksızın muafiyetli gaz
verilmekte devam olunacaktır. İktisat
vekaletinin bu mealde tebligat yapacağı
maruzdur.
Başvekil
İsmet “111
- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ
DERGİSİ, Sayı 52, Cilt: XVIII, Mart 2002
Türkiye' de Mustafa Kemal'i daha iyi anlamak
ve tanımak gerekiyor..! Burada yazdıklarımın
amacıda bu..
kötü yönetimden dolayı arpalığa çevirdiğimiz
yabancı kapitülasyonculara muhtaç kalmayalım diye kurulan
KİT leri üretim kaynaklarımızı verimsizliğe
iten sonra satılmasını seyreden hepimiz bu
gerçekliğe samimiyetle bakıp düşünelim..
finansın yüzde80 i savunma sanayinin yüzde 80 i harcamalarımızı yutan marketlerin parakende sektörünün yüzde 70 i yabancıların...
müsamere filmleri izlemek bayramlarda ve
ölüm yıldönümlerinde aynı şablonları
tekrarlamak reklam sömürülerine aldanmak..hepimiz vizyon fakiri
olduğumuzdan bu noktaya geldik ..
17 Nisan 2010 Cumartesi
İLK UÇAK FABRİKASINI ABD KAPATTIRDI…

Türkiye’nin ilk pilot okulu Gök Okulu’nun mezunlarından olan Mehmet Kum, Türkiye’deki ilk uçak fabrikasını kuran Nuri Demirağ’ın da damadı.19 yaşından beri uçan Kum, ilk uçak fabrikasının kuruluş öyküsünü ve nasıl kapatıldığını, İkinci Dünya Savaşı sırasında İspanya’nın satın almak istediği uçakların satışının neden engellendiği anlattı…….
Demirağ, Türkiye’de pek çok ilke imza atmış bir isim.En önemlisi Türkiye’deki ilk uçak fabrikasını kurmuş olması.1930’larda hava gücünü arttırmak için Türkiye’nin dört bir yanında para toplanır,satın alınıp orduya armağan edilen uçaklara o ilin adı verilir. İşadamları da elini cebine atar,örneğin Vehbi Koç 5 bin lira bağışlar.Nuri Demirağ ise “Benden ulus için bir şey istiyorsanız en mükemmelini istemelisiniz.Bu uçakların fabrikasını yapmaya adayım” diyerek 1936 yılında,Beşiktaş’ta Tayyare Etüt Atölyesi’ni kurar.Bugün Deniz Müzesi olarak kullanılan atölye zamanla büyür ve uçak fabrikası haline getirilir.Mehmet Kum’a göre Demirağ’ın fabrikası, Avrupa ve Amerika’daki uçak fabrikalarıyla aynı düzeydedir.Uçuş denemeleri için de Yeşilköy’de,şu anda Atatürk Havaalanı olarak kullanılan Elmas Paşa Çiftliği satın alınır ve o sırada Avrupa’nın en modern havaalanı olan Amsterdam Havaalanı’nın standardında bir havaalanı yapılır.
“Türk’ün yaptığı uçakları elbette Türkiye’de yetişen pilotlar uçuracaktır!”Bu düşünceyle,Türkiye’nin ilk pilot okulu Gök Okulu’nu kurar Demirağ.İlk mezunlarından Mehmet Kum’un Demirağ’la da macerası da uçak fabrikasında staj yaparken başlar.Kum kısa bir süre sonra mezun olduğu Gök Okulu’nda hoca olur.İTÜ Uçak Mühendisliği’nden de mezun olan Kum diplomasını almadan 1 ay önce Demirağ’ın kızıyla evlenir.
Mehmet Kum’un okul arkadaşlarından biride dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğullarından Ömer İnönü’dür.Fakat Ömer İnönü kayıttan 1 hafta sonra okulu bırakır.Kum,Ömer İnönü’nün okuldan ayrılmasına Türk Hava Kurumu (THK) bünyesindeki Türk Kuşu Uçuş Okulu’nun sebep olduğunu söylüyor.”Türk Kuşu, vay efendim biz varken İsmet İnönü’nün oğlu niçin Nuri Demirağ’ın okuluna gidiyor,diye hayıflandı. Hava Kurumundan 2 uçak Yeşilköy’deki askeri havaalanına geldi ve Ömer’i aldılar.Neymiş efendim,Nuri Demirağ’ın uçakları güvenli değilmiş.Güvenli değilse, sen bir devlet adamı olarak sadece oğlunu kurtaracağına, zaten müsaade etme okula!Köpek eniği miyiz biz?”Kum’un THK’ya içerlemesinin bir nedeni daha var:”THK,1938’de Demirağ’a 10 okul uçağı ve 65 planör siparişi verdi.Uçak ve planörlerin planını çizen ve Demirağ’ın sağ kolu olan Selahattin Alan, ilk uçak yapıldığında çok heyecanlandı ve ilk deneme uçuşunu kendisi yapmak istedi.Eskişehir İnönü Havaalanındaki törene katılmak üzere yola çıktı. Selahattin Alan Eskişehir’e iniş yaparken, alanın etrafına yağmur suyu birikmesin diye kazılan hendekleri fark etmeyince, uçağın tekerlekleri hendeğe takıldı ve uçak takla attı.”Alan’ın hayatını kaybettiği kaza bir bakıma Nuri Demirağ için sonun başlangıcıydı.Çünkü THK “şartlara uygun değil” gerekçesiyle siparişleri iptal eder.Nuri Bey “Gelin beraber deneme uçuşu yapalım”dese de THK kararından dönmez.İş yargıya yansır.Bağımsız bilirkişiler olumlu rapor verse de,mahkemenin atadığı bilirkişi heyeti olumsuz rapor verince dava Demirağ aleyhine sonuçlanır.THK da Türk uçakları yerine,Fransa’dan hizmet dışı bırakılan Henrio uçaklarını satın alır.Gelen uçaklarsa kısa bir süre sonra hurdaya çıkarılır.
Yurtdışında büyük ilgi gören ve dünya havacılığı yolcu uçakları A sınıfına alınan Nu.D.38 adlı ilk yolcu uçağını üreten Demirağ’ın uçak fabrikası,sadece çelik yapı işleri üreten bir fabrika olarak hizmetini sürdürür.1950’lerde Demirağ’a ait uçak pisti,fabrika ve etüt merkezinin bulunduğu alan kısmen istimlak edilir.Üretilen uçakların bir kısmı Gök Okulu’nda pilot yetiştirmek üzere kullanılır.Demirağ diğer uçakları yurtdışında satmaya niyetlenir.O sırada İspanya iç savaşla boğuşmaktadır,Amerika ve Avrupa’yla ticari ilişkilerini durdurmuştur.Bu yüzden İspanyollar Demirağ’ın kapısını çalar.Demirağ hiç tereddüt etmez ve “Tamam” der.Fakat İsmet İnönü direnir,”Uçakları sattırmam”diye! 2000’e kadar Yeşilköy’deki hangarda çürümeye bırakılan uçakları,bir kuvvet komutanı Havacılık Müzesi’ne aldırmak üzere kolları sıvar.Fakat dört ay geç kalır:Uçaklar hurdacıya yollanmıştır.
Kum THK’nın 1940’larda Ankara,Etimesgut’ta dünyadaki diğer fabrikalarla boy ölçüşen fabrikasının da başına aynı akıbetin geldiğini anlatıyor.”Naziler’in zulmünden kaçan çok değerli Polonya hocaları vardı.Atatürk’ün Fransa’ya uçak mühendisi olmak üzere gönderdiği 20’den fazla öğrencisiyle İTÜ’den mezun olan arkadaşlarımız da orada çalışıyordu.Kadrosu çok iyi olan o fabrikayı da kapattılar.Teçhizatlar da hurdaya çıkarıldı.O zamana kadar Türkiye’de olmayan ve sırf bu iş için devletin kurduğu hurdacılık anonim şirketi malzemeyi alıyor,bu şirkette kullanıyordu.”
Kum’a göre bu fabrikalar kapanmasaydı, bugün belki de Türk Hava Yolları’nın kullandığı tipte yolcu uçakları üretiyor olacaktık.O zamanlar uçaklar için dış ülkelere ödenen paraların bir kısmı Türkiye’de kalsaydı,uçak sanayimiz gelişebilirdi diye hayıflanan Kum “Fakat yinede iş büsbütün kalmış değil.TAI (Türk Havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş.) ve TUSAŞ Motor Sanayi A.Ş. başarılı bir şekilde devam ediyor.Umarım bunların başına bir şey gelmez diyor.
Demirağ yalnız uçak sanayinde değil,birçok alana el atan bir girişimci.Sigara kullanmadığı halde sigara kağıdını yabancıların tekelinden kurtarmak için ilk Türk sigara kağıdını üretti.Samsun’dan Erzurum’a uzanan 1012 kilometrelik demiryolu ağının müteahhidi de o.Daha önce hep yabancı ülkeler tarafından inşa edilen demiryollarına ilk kez bir Türk’ün imza atması nedeniyle Atatürk Nuri Bey’e Demirağ soyadını verdi.Boğaz Köprüsü’nü,1931’de ilk olarak projelendiren de Demirağ.Üstelik bugün bile sahip olmadığımız ve demiryolu da bulunan bir köprü projesi bu.1980’den sonra Türkiye’de uygulanan yap-işlet-devret modelini Demirağ o zaman köprü için uygulamak istemiş.Proje Atatürk tarafından beğenilse de dönemin hükümeti tarafından “Kentin güzelliğini bozar”gerekçesiyle reddedilmiş.
Demirağ’ın önemli girişimlerinden biri de,kendi deyişiyle “iktisadi ve sanayi kalkınma davasını” siyasi platforma taşıması ve 1945 yılında Türkiye’nin ilk muhalefet partisi Milli Kalkınma Partisi’ni (MKP) kurması.Partisinin ana hatlarını belirlerken milli kalkınmanın tek yolunun liberalizmde olduğunu, Kara Kuvvetleri’nin küçülmesi gerektiğini ve mecburi askerliğin kaldırılarak motorize tekniğin bünyesine uygun profesyonel bir orduya geçilmesi gerektiğini vurgulasa da 1946’daki seçimde başarılı olamaz.Demokrat Parti’nin kurulmasıyla ikinci planda kalan Demirağ,MKP’nin basın tarafından engellendiğini düşünür.Çünkü o dönemde basın, halka açık kuzu ziyafetleri veren Demirağ’ın partisinden “kuzu partisi” diye bahsediyordu.Parti,Demirağ’ın 1957’deki vefatından bir yıl sonra kapatılır.
Bilgi
Nu.D.38 tipi yolcu ucağı, tamamen Türk mühendis ve işçilerinin ortaya çıkardıkları Türk tipi bir uçaktır. 6 kişilik yolcu ucağının çift pilot kumandası bulunmaktadır. Saatte 325 kilometre hız yapabilmekte ve 1000 KM uçabilmektedir. Türk Hava Kurumu, Nuri Demirağ'ın fabrikalarına sipariş vermiş olduğu bu uçakları almaktan vazgeçmiştir.
Mustafa Kemal öldükten hemen sonra mili şef döneminde paradan isminin silinmesii resimlerinin kaldırılması gündeme geldi.. Yüksek teknoloji üretilmesinin engellendiği bu örnek hiç tartışılmadı görsel medyada..
Dün F4 lerimiz bugün yazılımsız f16 larımız var yarın F35 L JSF şimşek müşterek saldırı uçaklarımız olacak..
Başbakanımız Brezilya da uçak fabrikası gezdi.. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Türkiye'nin uçak yapmak istediğini belirterek, Brezilya'nın Embraer firması ile ortak uçak yapılması konusunda teklif götürdüklerini açıkladı.
Kemal kılıçdaroğlu ilk türk uçağının 1925 de yapıldığını 1934 d Kayseri ye uçtuğunusöyledi.. Uğur Dündar la sohbet ederkenpazartesi günü..ilk defa bir liderden böyle teknolojik umutlandırıcı sözler duymakferahlattıcı..güven veren yurtseverlik budur..Kendi yüksek teknolojimizi üretmeden bu topraklarda ayakta kalmamız zorlaşıyor..
Her kesimin desteklediği bi proje oluşturabilsek.. Hyundai ve Ford Motor'dan sonra 2 Milyar dolarlık Peugeot-Citroen istihdam yatırımı da ispanya ya kaçmaz bundan sonra...
kurucularımızın “milliyetçilikle ve idealizmle harmanlanmış kültüre” önem verdiklerini iyi anlayabiliriz
*****
Çeşitli görüşlere bürünerek soysuz bir ruh hali taşıyanlar, sözü ile işi arasında çelişki bulunanlar, ilkelerimize aykırı ve ülkenin zararına yabancılar çıkarına hizmet edenler, halk arasında kötü ad ve ünle tanınanlar, memurluk görevlerini kötüye kullananlar, benzer durumda olup katılmak ve yol göstermek yoluyla çıkar sağlamak zannı altında bulunanlar partiye alınmazlar. (...) öğrencilerin yetenekleri göz önünde bulundurularak her gencin eğitimine yeteneklerine göre yön verilecektir. eğitimde uzmanlık ortaokuldan sonra başlayacak ve lise kısmına ilişkin gerekli bilgiler meslek dersleriyle birlikte okutulacaktır. (...) meslek okulları açılacaktır. öğretmen kitlesine hak ettikleri en yüksek yer sağlanacak, aynı zamanda öğretmen kitlesi maddi refah bakımından geçim derdi düşüncelerinden kurtarılacaktır. devlet örgütü taklitler üzerine kurulmayıp gerçek gereksinimlere göre kurulacak, adama göre iş değil, işe göre adam ilkesi izlenerek devlet genel kadrosu ıslah edilecektir. bürokrasi kaldırılarak halkın işi çabuk görülecek, işleri geciktiren ve karıştıranlar yetkin değilse sınıf ve rütbesi indirilecek ya da işine son verilecektir. kasıtlı, bilerek yapılmışsa şiddetle cezalandırılacaktır. (...) paramıza değer kazandırmak yoluyla bolluk ve ucuzluk sağlamaya çalışacağız.
NURi DEMiRAĞ
Türk bayrağının göründüğü en güzel yer..

  kendi yaptığımız uçağın kanadı..
                                                       tfnopi ™
15 Nisan 2010 Perşembe
The Pacific 3. bölümde "izmir i Türkler 1922'de girip yakıp yıktılar! diyaloğu

dizideki diyalogun tamamı
http://www.youtube.com/watch?v=jpoSebX1K6w
z..
...sizin gibi bir Yunan
hanımı Melbourne'e niye geldi?
What's a greek girl like
you doing in melbourne?
Düşünme sen onu yahu!
Hayır, hayır, hayır, yemeyin beni.
Avustralyalı değilsin.
Oh, you don't care about that.
No no no, don't go officer on me.
You're not australian.
Hayır, hayır, ben
eski kıtadan geliyorum.
No no, I come from the old country.
İzmir.
Smyrna.
- Türkler tarafından alınmıştı, değil mi?
- Biliyor musun?
Çok okurum.
That was sacked by the turks,
wasn't it?
You know about that?
Um, I read a lot.
Türkler 1922'de girip yakıp yıktılar!
Hayatta kaldıysan annem ve benim gibi
kaçardın.
Ama biz rıhtıma kadar gidebildik.
Sonra bir gemiye yüzdük.
Kaptan bizi gemisine aldı
ve Pire'ye kadar götürdü.
Hayatlarımızı kurtardı!
Ama evimiz gitmişti.
Ne yapacaktık?
Buraya geldik.
Yaşadık, çalıştık, aşkı bulduk.
The turks invaded in 1922
and burned it down.
All gone.
If you survived,
you fled like my mama and me.
But we made it down to the docks.
We swam to a ship.
The captain took us onboard
And sailed us to piraeus.
He saved our lives.
But our home was gone.
So where do we go?
We come here.
We live, we work, we find love.
Şimdi de sen bana evini anlatmalısın.
- Evet, Amerika'yı anlat.
- Hayır, hayır, hayır!
Amerika'yı değil.
Amerika'yı filmlerde görüyoruz.
Aileni anlat.
Görünüşe göre ikimiz de
felaketten kaçmışız.
So now you must tell
about your home.
- Yeah, about america.
- No no no.
Not america. America
we see in the movies.
Your family. - Well,
seems like we both escaped disaster.
senaryo yazarı yunan asıllı olursa böyle
yorumlayabilir..1922 d Türk ordusu izmir e
girdi tabii..
yarın da kutsal anadolu toprakları - ünlü tarihçi lord kinross- kitabını okumuş ermeni asıllı bir yazar kürtler bizi van
da katletti, mallarımızı gaspetti diye senaryo
yazar..
türkler ne yapar..her şeye geç kalır.. (Prof.
Kemal Karpat ın söylediklerini mutlaka
okumalısınız
http://egecumhuriyeti.blogspot.com/2010/04/
prof-kemal-h-karpat-n-nese-duzel-ile.html)
bizi biz yapaan hangi konuda evrensel bir film
yaptırabildik.... Çanakkale,tüm Asyaya umuT
olan İstiklal Savaşımız.. M Kemal Atatürk..
dış mihraklar engelledi bahanesine
sığınmasın hiç kimse.. Para konuşur..
Ayırırsın 100 milyon doları bulursun bi
yönetmen (Gandhi 1982, Richard
Attenborough) sesini duyurur kültürünü
tanıtırsın..Anadolu topraklarından ayrılmak zorunda kalmış buranın yerlisi insanlara da güzel nir mesaj verdirirsin gelecekte diasporanın zengin turistlerine hoşgeldin dersin..
Türk ordusu duyarlık gösterse v ekonomik
gücü olan OYAK ,subaylardan 10 lira istese
bu iş olur..
Yoksa yaptiğimiz kapalı devre
homurdanmaları kimse umursamaz..
Algılanan şey gerçek olduğu için geceyarısı
ekspresi sendromunu yaşamaya devam
ederiz..
Prof. KEMAL H. KARPAT ın Neşe Düzel ile sohbeti 2009

wisconsin üniversitesinde osmanlı tarih bölümünün kurucusu
'' tarihin mana kazanabilmesi için, onun mutlaka bugün yaşadığımız hayatla, hergün karşılaştığımız olaylarla bir ilgisinin olması gerekir, eğer tarih bugünün bir parçası haline getirilirse, o zaman bir mana kazanır, o zaman sevilir. ''
Türkiye’de ana mesele azınlıklar meselesi değildir.
Ana mesele sizce nedir?
Ana mesele yüz senelik bir idareci grubunun yerine daha demokratik bir idare getirmektir. Onların yarattığı ideolojiyi daha demokratik bir ideolojiyle değiştirmektir. Yeni bir devletin kurulması için bir süre için sert bir idare gerekiyordu diyorlar. Hayır, böyle sert bir idareye ihtiyaç yoktu. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yüz sene evvelden Osmanlı devletinin hazırladığı demokratik temeller üzerine oturtuldu.
* * *
Siz, “geçmişte azınlıklara yapılanlara faşizan demekle Başbakan hata yaptı” diyorsunuz. Sizce biz geçmişimizde faşizan uygulamalar yaşamadık mı?
Ben her zaman antidemokratik uygulamaları, tek parti rejimini tenkit etmiş biriyim.
Ben bunlara faşizan diyemem. Çünkü faşizan deyince rejim anlaşılıyor. Elbette geçmişte sert tedbirler ve ayırımcılıklar uygulandı ama Türkiye’de devletin rejimi, politikası hiçbir zaman faşizan olmadı. Mesela Edirne’de, Kırklareli’nde 1934’te Yahudilere karşı yapılanlar, Almanya’da eğitim görmüş Nazi fikirli bazı kişilerin yürüttüğü faşizan uygulamalardı. Ama devlet bu uygulamaları desteklemedi, önledi. Devletin içindeki bir kesimin yaptığı hareketlerdi bunlar.
12 Eylül faşist bir rejimdi. Özellikle Kürtlere yapılan faşizan uygulamalar ve Diyarbakır Hapishanesi’nde yaşananlar bir devlet politikası değil miydi?
Siz ve ben konuşurken faşizan diyebiliriz ama bir başbakanın ağzından çıktığında bu sözün manası değişiyor. O zaman rejim faşist oluyor ki, bu rejimin faşist olduğu sonucunu çıkaramazsınız.
Bizde, azınlıklara karşı faşizan davranışlara sadece Cumhuriyet döneminde değil, daha önceki dönemlerde de rastlanıyor. Osmanlı’nın son döneminde Ermeni olayları yaşandı. İktidardaki İttihatçılar neden azınlıklara karşı o kadar haşindiler?
O devirde tüm azınlıklara haklar tanınıyor. Nüfus olarak en kalabalık unsur olan Türklere ise hiç bir hak tanınmıyor. Türklerin varlığı dahi kabul edilmiyor. Unutmayınız... Sultan Abdülhamit hiçbir zaman Türk etnik kimliğini bir devlet politikası olarak tanımadı. Kendisine sorulduğunda “ben Türküm” dedi ama Türk milliyetçiliğini açıkça mahkûm etti. O, İslam’ı kimlik olarak benimsedi. Abdülhamit döneminde milliyetçilik sadece Türklere ve Araplara yasaktı. Çünkü ona göre Müslümanlar biri bütündü. Gayrımüslimlere ise milliyetçilik serbestti. Avrupa’nın korkusuyla, Rum, Ermeni, Yahudi bütün azınlıklara milli görüşlerini, dillerini geliştirme hakkı tanınıyordu. İstanbul’da Rum milliyetçiliğini yaymak için kültür cemiyetleri kuruldu. Rumlar bunlardan söz etmiyor. Ayvalık’ta bir Rum akademisi kurulmuş, Rum milliyetçiliği yapılıyordu.
İttihatçıların meselesi Sultan Abdülhamit’leydi, azınlıklarla değildi ki. İttihatçılar niye azınlıklara haşin davrandılar?
İttihat ve Terakki Partisi iktidara gelince, ezilmiş, haklarından mahrum edilmiş bir millet olarak Türkleri gördü. Türklere milli haklar verilmesini savunan uygulamalarda bulundu. Öbürlerine ise “sen biraz çekil, geride dur” dedi.
İttihatçılar “biraz çekil” demenin de ötesinde şeyler yapmadılar mı? Ermeniler için Tehcir Kanunu çıkarmadılar mı?
Bu, Türk milliyetçiliğinin ilk safhalarıdır. Bu safhalarda, aynı toprak parçası üzerine mücadele ediliyor. Türk’ün “benim toprağım” dediğine öbürü de “benim toprağım” diyor. Unutmayınız ki, İttihat ve Terakki iktidarının ilk altı ayında muazzam bir sulh ve dostluk havası esti. Ermeniler İttihat ve Terakki’yi desteklediler, ona oy verdiler. Neden? Çünkü herkes, İttihat ve Terakki’nin Osmanlı’yı tasfiye edeceğine ve herkese imparatorluktan parça parça toprak dağıtacağına inanıyordu. Sevr anlaşması, biraz bu düşüncenin neticesidir. Ama altı ay sonra İttihatçılar, “biz bu devleti tasfiyeye değil, kurtarmaya geldik” dediler.
Ermeniler 1915’te bu yüzden mi sürüldü?
Tehcir uygulaması bu düşünceden çıkmadı. Ermeni meselesinde ağırlığı, ‘1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve Osmanlı ordusunun Sarıkamış’ta hücuma geçip başarılı olmaması, Rus karşı taarruzunun ise başarıyla sonuçlanıp Rusların Doğu Anadolu’yu işgal etmesi’ gibi beklenilmeyen bir sürü olaya vermek lazım. Tehcir’in ilk sebebi Rus ilerlemesiydi. Unutmayınız ki, 25 Nisan 1915’te Ermenilerin yaşadığı bölgenin büyük kısmı Rus işgali altındaydı. İttihat Terakki sadece kendi kontrol ettiği bölgedeki Ermenileri Suriye’ye gönderdi. Erzurum’un bir kısmı, Kars, Van gibi işgal altındaki bölgede yaşayan bir milyon Ermeni ise Rus ordusuyla 1917’de geri çekilirken, onunla birlikte bugünkü Ermenistan’a gitti ve onun nüfusunu oluşturdu. Benim amacım burada o milleti, bu milleti savunmak değil. Benim amacım, olayları anlatıp bir denge kurmak.
Bu ülkede insanlara geçmişlerini öğrenmemeleri için hep baskı yapıldı. Mesela Ermeni olaylarının konuşulması ne zaman yasaklandı? Ne zaman bu konu bir tabuya dönüştü?
Cumhuriyet yeni kurulmuştu ve ileriye bakmak istiyordu. Eski şeylerinden mesela 1915 olaylarından bahsedilmedi. Sadece Türkiye’de değil, başka yerlerde de geçmiş tartışılmadı. Geçmişin üzerine sünger çekmenin daha iyi olacağı düşünülüyordu. Bu arada Lozan Muayedesi (anlaşması) de Türkiye Cumhuriyeti’ndeki azınlıkların durumunu kesin olarak tayin etti. Onlara okul ve kilise hakları verildi. Müslümanlardan çok daha fazla dinî haklara sahip oldular.
Lozan Anlaşması’yla gayrımüslimlerin hak ve hukukları garanti altına alındı ama Türkiye Cumhuriyeti kendi kuruluş anlaşmasını bile daha sonra ihlal etti ve bu maddeleri uygulamadı. Öyle değil mi?
Zaman zaman ihlal edildi fakat bugün yine Türkiye’de Ermenilerin okulların var. Ermenistan’da ise Türk yok. Bunu çok normal karşılıyorsunuz.
Arada bir fark yok mu? Türkiye’deki Ermeniler bizim vatandaşımız.
O ayrı mesele... Bir de Ermenistan, Doğu Anadolu’yu istiyor.
Ermenistan Cumhurbaşkanı, Türkiye’den toprak taleplerinin olmadığını söyledi ama...
Ermenistan, Türkiye’ye “soykırımı kabul et” diyor. Bundan vazgeçmiyor.
Ermeni meselesi ne zaman tabuya dönüştü diye sormuştum. Ermeni mallarına el konuldu mu peki?
Evet konuldu. Ermeniler terk ettikten sonra el konuldu şüphesiz. Osmanlı hükümetinin bazı valiliklere gönderdiği vesikalar var. “Ermenilerden kalan mallara el konulmasın, bunların listesi yapılsın ve döndüklerinde malları iade edilsin” deniyor. Bende böyle iki vesika var. Ama bunlar uygulanmamış, ayrı mesele. Bazı büyükler el koydu, bazı yerlere de muhacirler yerleştirildi.
Cumhuriyet neden bu Ermeni faciasına sahip çıktı?
Atatürk bu meseleyle ilgili değildi ve herhangi bir yerde bir ilişikliği tespit edilmedi. Bu önemlidir. Bakınız bu konuşma objektif olaylara dayanan konuşmadan çıkıp bir polemiğe dönüşüyor.
Diğer azınlıklara neler yaptık biz?
Bazı olaylar, patlamalar yaşandı. Hem neden Yunanistan’da, Bulgaristan’da, başka yerlerde Türklere yapılmış olan muamelelerle ilgili röportajlar yapılmıyor da, Türkiye’de yapılıyor bunlar?
Bu onların ayıbı değil mi? Tarihlerini, geçmişleri merak etmemek, vatandaşlarının haklarını ve demokrasiyi savunmamak onların ayıbı değil mi?
Haklısınız ama bu değerlendirme daima iki tarafı dikkate alarak, olaylara daha geniş açıdan bakarak yapılmalı. Ve bu olaylara neden olan dünya çapındaki olaylar da unutulmamalı. Bu meseleler böyle ele alınmadığı için bugün Türkiye’de bu konuları konuşan insanlara büyük bir tepki var. Bu meseleler konuşulsun ama konuşma tek taraflı olmasın. Türk şöyle Rum böyle hareket etmiş, hepsi konuşulsun.
Siz iki tarafı da anlatarak cevap verin. Rumları neden gönderdik?
Bir kere Rumlar Anadolu’ya nasıl geldiler? 19. yüzyılda kapitalizmin Anadolu’ya girmesiyle adalardaki Rumlar 1815-20’lerde Batı Anadolu’ya geçerek buralarda iş sahibi oldular. Daha sonra akrabalarını getirdiler, Yunanistan’daki bankaların verdiği kredilerle işletmeler kurdular. Mesela Ayvalık endüstri merkezine dönüştü. Rumların Batı Anadolu’ya ekonomik penetrasyonu oldu.
Türkler Anadolu’ya gelmeden önce Rumlar ve Ermeniler yok muydu?
Vardı. Bizans Rumları vardı. Kapitalizmin girişiyle birlikte, Batı Anadolu’daki halkı yoğunluk Rumlarda olmak üzere ‘sermaye’ sömürdü. Bunları yönlendiren de İngiliz, İtalyan sermayesiydi. O dönemde Batı Anadolu’da Müslüman halk arasında öyle büyük fakirlik vardı ki... Kadınlar doğurmamak için çocuklarını düşürüyorlardı. Henüz ilişkiler Rum, Hıristiyan düşmanlığına dönüşmemişti ama halk onlarla arasındaki farkı hissediyordu. Nihayet 1919’da burayı Yunanistan’a katmak için büyük bir Rum istilası yaşandı. Kurtuluş Savaşı olmasaydı İstanbul, Trakya ve Ege bugün Yunanistan olmuştu. Fakat bir başka olay daha yaşandı.
Ne yaşandı?
1912-13 Balkan Savaşı sonunda, Yunanistan Makedonya’nın güneyini aldı. Merkezi Selanik’te olan bu bölgenin halkının ekseriyeti Slavdı yani Bulgardı. Yunanistan bu bölgeyi Rumlaştırmak için Anadolu’dan Rumları çekmeye başladı. İttihat ve Terakki Hükümeti’yle nüfus mübadelesini konuştu. Nihayet 1926’da mübadele gerçekleşti ve din esas alındı. Cumhuriyet döneminde bir de savunulacak hiçbir tarafı olmayan 6-7 Eylül olayları yaşandı. Benim itirazım bu olayların tek taraflı anlatılması ve durmadan Türklerin mahkûm edilmesi. Ben Rumeliliyim. Türk diye görmediğim işitmediğim hakaret kalmamış. Elimden bütün mal mülk alınmış. Ben kurtuluşu vatanım diye Türkiye’ye gelmekte bulmuşum. Niye onlarınkinden de söz edilmiyor? Ben Osmanlı döneminde Dobruca’da doğdum. Babadağ kasabasında Rum, Ermeni, Türk, Rus, Yahudi herkes birlikte yaşıyordu. Bugün hiçbiri yok orada. Sadece 50 hane Türk var. Gerisi Romen. Oysa benim sülalem 500 seneden beri Romanya’daydı.
Bizim Ermeni ve Rum vatandaşlarımız da yüzyıllardır burada yaşamıyorlar mıydı?
Evet. Her yerde durum bu maalesef. Ulus devletlerin milliyetçiliği, hâkim kavme üstünlük veriyor. Orada Rum, burada Türk üstün kılınmak isteniyor.
Cumhuriyet döneminde Bizans Rumları da gönderilmedi mi Anadolu’dan?
Nüfus mübadelesinde gönderildiler. 1930’larda da yine anlaşmaya dayanarak Romanya ve Bulgaristan’da yaşayan Türkler Anadolu’ya göç ettiler. Türklere ihtiyacımız olduğu için onları biz getirdik oralardan. Türkiye’nin nüfusu o kadar azalmıştı ki...
Azınlıklar içinde en çok Yahudilere mi devlet anlayış gösterdi?
Bir bakıma evet. Bu da yine tarihî nedenlere dayanıyor. 19. yüzyılda milliyetçilik hareketleri ortaya çıkarken, tek toprak istemeyen Yahudiler oldu. Mesela ekalliyetlerin orduya katılması sözkonusu olduğunda ilk katılan Yahudilerdi. Askerî mekteplere girdiler, subay oldular. Osmanlı devleti 200-300 sene Yahudi kültürünün bayraktarlığını yaptı. Avrupa’da Yahudiler ezilirken, burada varlıklarını geliştirdiler. Yahudi dini ve tarihi üzerine kitaplar yazıldı. Osmanlı devletinde bir Yahudi medeniyeti oluştu. Biliyorsunuz... 1492’de İspanya’dan Osmanlı’ya bir Yahudi göçü oldu. Sefarad Yahudileri dediğimiz bu Yahudiler bugün konuştukları İspanyolca Türkçe karışımı bir dil olan Ladino’yu yani Edirne’de, Selanik’te, İstanbul’da oluşturdular. Selanik o dönemde bir Yahudi şehri haline geldi ve 1944’e kadar da öyle kaldı.
Selanik Yahudileri İttihat ve Terakki’nin kurulmasında önemli rol oynamadılar mı?
Evet, önemli etkileri oldu ama sanıldığı kadar değil. İttihat ve Terakki’yi onların yönettiği doğru değildir.
Türkiye’de son dönemde bu tartışmalar çok canlandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunun büyük ölçüde Selanikli Yahudiler olduğu yönünde kitaplar yayınlanmaya başladı. Tarih bu konuda ne diyor?
Saçma... Tamamıyla saçma. Atatürk’e de Yahudi dönmesi diyorlar. Hocası Şemsi Efendi Yahudi dönmesiymiş. Eeee ne olacak? Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bugün azınlıklar canlanıyor. Sabetaycılar da tarihlerini araştırıyorlar. Bazı Sabetaycı kitaplar, Yahudilerin Türkiye’de daima baskı altında yaşadıkları intibaını veriyorlar.
Sabetaycılık nedir?
17. yüzyılda “ben mehdiyim” diyen Sabetay Sevi mahkûm edilmek üzere padişahın önüne getirildi. Müslüman olunca ona inanan grup da Müslüman oldu. Bizdeki dönmeler onlardır. Aralarından fevkalade büyük âlimler, Türkler çıktı. Naim Talu gibi başbakanlar çıktı. Ahmet Emin Yalman gibi demokrasiyi savunmuş çok mühim insanlar çıktı. Bir de unutmayınız...
Evet...
1949’da Türkiye İsrail’i tanıdığında Müslüman dünyası şok oldu. Oysa 6. ve 8. yüzyıllarda Hazarlar denilen büyük Türk topluluğunun Museviliği kabul ettiği ve Ukrayna’nın da bir kısmını alarak Rusya’nın güneyinde bir imparatorluk kurmuş olduklarını bilseler daha çok şaşırırlardı. Türkçe konuşan Hazarlar, Avrasya tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Türklerin Museviliğe yönelik ilgisinin geçmişte başka örnekleri de var. Mesela Türkler neden Museviliğe yakınlık gösterdi ve gösteriyor?
Bu yakınlığın nedeni nedir?
Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasından beş bin yıl kadar önce, Orta Asya’da yaşayan Türk kabileleri tanrı veya tengri diye eşi benzeri olmayan yüce bir yaratıcı kavramı geliştirmişlerdi. Türkler, karşılaştıkları Yahudilerin benimsedikleri İbrahimi tanrı anlayışıyla kendilerinin geliştirdiği tanrı kavramının benzer olduğunu gördüler. ‘Aynı tanrıya ve kitaba inanıyoruz. Demek ki inancımız gereği kardeşiz’ diye düşündüler. Bu tarihsel olgu Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Cumhuriyet döneminde de doğrulandı... Türkler İslamiyet’e tek tanrı anlayışı nedeniyle çok rahat girdi. Eğer senin kültüründe tek tanrı anlayışı varsa, o zaman şekillenmiş dinlerle karşılaştığında bunları çok daha rahat alabiliyorsun.
Hıristiyanlık da tek tanrılı din. Neden İslamiyet tercih edildi?
Bazı Türkler Hıristiyan oldu ama Türk kavimlerinin yüzde 99’u Müslüman oldu. Museviliğin ve İslamiyet’in hâkim kavim görüşü Türklerin aşiret, kabile görüşüyle uygundur. Yahudilik de, Müslümanlık da bir kavim, bir grup bilinciyle beraber oluştu. O kavmin kültürüyle din özdeşleşince, o kavmin insanları o dine daha sıcak bakıyor. İslam’ın bazı dış görüntüleri Kureyş kabilesinin Arap görüntüleridir. Halbuki Hıristiyanlık, her şeyden evvel Roma devletinin içinde doğdu ve ruhani bir din olarak ortaya çıktı. Bir kabilenin kültürünü, dilini almadı. Her şey Roma kanunlarına tâbiydi. Esasen Hıristiyanlık, o devirde Kudüs’te o Yahudiliğin etik ölçülerini kaybetmesine karşı Yahudiliğe bir tepki olarak doğdu.
Türklerle Yahudiler arasında çok uzun bir geçmişten gelen bir yakınlık var. Ama aynı zamanda bir Yahudi düşmanlığı da var. Açığa çıkmayan ama hep alttan alta hissedilen Yahudi düşmanlığı nereden kaynaklanıyor?
Siyonistlere karşı bir tedirginlik var. Bu tedirginlik, Filistinlilere duyulan sempatiden doğuyor.
Siz, günümüzde insanların tekrar köklerine, kimliklere döndüklerini söylüyorsunuz.
Evet... İnsanın köküne dönmesi demek, kendisini keşfetmesi demektir. Ben neyim, nereden geldim, bugünkü durumuma nasıl ulaştım, bu kişiliğimi nasıl elde ettim, ben nasıl oluşuyorum, başkalarından nasıl ayrılıyorum meselesi ön plana çıktı. İnsanlar, globalleşmenin kendi etnik ve dinî kimliklerini yok edeceğinden korkarak müdafaaya geçtiler. Şimdi o küçük kimliklerini arıyorlar. Anlayacağınız, bizde olup bitenler geniş çapta dünyada da oluyor.
İnsanlar etnik kimliklerine giderek daha mı sıkı sıkıya sarılacak?
Ulus-devlet siyasi maskesi ve hırsları geniş çapta törpülenerek devam edecek. Yani ulus-devlet bir kültür devleti olacak. Bu kültür devleti, kendi diline ve geleneğine sarılacak ama kendisinden olmayanların haklarını da tanıyacak. Geçmişte dünyaya bunun örneğini Osmanlı imparatorluğu verdi. Geleceğin kültür devleti, Osmanlı örneğindeki gibi davranacak, kültürlere hâkim olmayacak. Ben Osmanlı’nın dirilmesini savunan biri değilim ama küreselleşmenin en iyi modeli o. Herkesi rahat bırakmış ama hepsinin tepesinde bir şemsiye gibi durarak onları korumuş. İnsanları, kendi geçimini sağlayacak kadar sömürmüş. Osmanlı’da bir aristokrat sınıf yetişmemiş.
Niye yetişmemiş?
Aristokrat sınıf olunca sömürü daha çok genişler ve halkta muazzam bir tepki uyandırır. Osmanlı’da en üste küçük bir bürokrat sınıf oturdu. Osmanlı devletinin 19. yüzyıla kadar bütün merkezi bürokrasisi 17 bin - 20 bin kişiydi. Üç kıtaya yayılmış bir imparatorluğu 17-20 bin kişi idare ediyordu. Bu bürokrasinin ana vazifesi yerel idarelerle işbirliği ve koordinasyon sağlamaktı. Bu sistem 19. yüzyılda kötüleşti.
Nasıl kötüleşti?
Osmanlı toprak kaybetti ama bürokrasi beş misli arttı ve 100 bine çıktı. Yani bürokrasi bir sınıf oldu. Modernizm adına halkın sırtından geçinen bir sınıf oluştu. Alabildiğine büyüdüğü için karnı doymaz oldu. Daha fazlasını istedi. Sonuçta kendi görüşleri doğrultusunda halka dayalı bir idare kurmak istedi ve birinci meşrutiyet oldu. Böylece devlet ve bürokrasi halkı sömürmeye başladı.
Cumhuriyeti de Osmanlı’nın bu bürokrasi kadroları kurmadı mı?
Cumhuriyeti kuruyorlar. Bir devamlılık var tabii. Devlet gemisini yürütenler aynı adamlar. Prensip olarak daha fazla halka dayanmak istiyorlar ama bu ilkenin gerçekleşmesi için mevkii, gelir ve şöhretten fedakârlık yapmaları lazım.
Kayıtsız şartsız egemenlik halkın oluyor mu peki?
Olmuyor tabii. Onu ilan edip duruyor ama onun tam tersini yapıyor ve devletçilikte Rusya’yı model alıyor. Halkın dinî inancını laiklik adına önlüyor. Fikir hürriyetlerini engelliyor. Rejimin kötülüğü, halkı demokrasi arayışına itiyor. Halk kurtuluşu demokraside buluyor. Demokrasiyi anladığı bildiği için değil. İttihat ve Terakki döneminden beri, hatta Abdülhamit’in Birinci Meşrutiyet devrinden beri halk demokrasiye sarılıyor. Türkiye’de ana mesele azınlıklar meselesi değildir.
Ana mesele sizce nedir?
Ana mesele yüz senelik bir idareci grubunun yerine daha demokratik bir idare getirmektir. Onların yarattığı ideolojiyi daha demokratik bir ideolojiyle değiştirmektir. Yeni bir devletin kurulması için bir süre için sert bir idare gerekiyordu diyorlar. Hayır, böyle sert bir idareye ihtiyaç yoktu. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yüz sene evvelden Osmanlı devletinin hazırladığı demokratik temeller üzerine oturtuldu.
O dönemde demokrasinin bu ülkeye şeriat getireceğini ileri sürenler var. Sizce şeriat gelir miydi?
Şeriat gelmezdi çünkü Türkler hiçbir zaman şeriatla yönetilmediler. Osmanlı devleti hiçbir zaman şeriatla idare edilmedi. Ama Milli Mücadele’den sonra Şeyh Sait isyanları gibi isyanlar genişleseydi, geçici olarak belki bir İslami idare kurulabilirdi. Çünkü bu gibi karışık zamanlarda küçük bir grubun hareketiyle her şey olabilir. Ama önünde sonunda temel güçler kendini tekrar gösterirdi ve Anadolu’da demokratik bir rejim uygulanırdı.
12 Nisan 2010 Pazartesi
Necati Doğru Vatan Gazetesi’nden neden istifa etti.?

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim. (Kimseden Ümmid-i) dizesi vecize olmuş, Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,(Han-ı Yağma )
dizelerinden hatırlayabildiğimiz Tevfik Fikret in bu sözü slogan düzeyinde kalmış bir memlekette
doğru söyleyeni kovarlar.. bu memleketin ruhuna işlemiş hakiki bi söz..sonucında yolsuzlukta1. matematikte oecd ülkeleri arasında sondan 2. gelebilen teknoloji ve ahlak üretemeyen bir ülkeyiz..
Necati Doğru da bi bakıma kovuldu.. çünkü yazısı sansüre uğradı.dürüst bir insanın yapacağını yaptı tezgahtarlığı kabul etmedi ve istifa etti.. biz de tepkimizi gösterdik vatan gazetesini almamaya başladık..
hortumlama cukkalama oferleme . maşallah bu bereketle rantlanan topraklarda hırsızlar için güzel kavramlar üretti.
f16 uçaklarına yazılım yaratan değerli mühendisler kovulmuş şirketleri satılmıştı ..netaş........>alcatel olmuştu..
tekel devletten 1 e alınıp 1 sene içinde yabancılara 3 e Batılmıştı..
bunları yazdı da noldu? moralimizi bozmakla kaldı ..
"istifa ederek birilerini sevindirmem "kalıbına sığınan bi sürü sorumsuza kötü örnek oldu. ailecek gittiği gazetede yanında olamayacağız.. annemle babam vatana dönerler yakında..biz internetten bakıyoruz..
emin çölaşanla sözcü gazetesinde yazacak bundan sonra Necati Doğru..
tezgahtarlar görevini yapıyor.. sayıştay bu ülkede en çok harcama yapan vergilerin hortumlayıcısı kurumları denetleyemiyor..
anayasa paketine bu da konulur umarım..
dşehhahlaşma olsun m olaylı vergileriniz hortumlansın mı? hepsine evet..
yeni öğrendiğim bi bilgi.
türkiyede en büyük israf 220 milyar tl ile kamuda yapılıyomuş. israfı önleme derneği başkanı açıkladı.. makam arabalarını kimse bırakmaz istemez..teşvikler ölü yatırımlar.. sonra da ekmek ve zaman israfı geliyomuş..
Necati Doğru'nun istifasına neden olan “İstanbul'da kaç Aytaç Durak bulunuyor?” başlıklı yazısı...
“Bizim Adana'nın kısmetsizliğine(!) bak, bak bak otur ağla. Annem Adana'dan telefon etti; "oğlum Adana'dan, Adana'nın yerlisi olarak bugüne kadar zengin olmuş bir kişi bile çıkmadı" dedi.
Annemi tanımaz mıyım!
Ne demek istediğini anladım. Gerçekten Adana'nın ekonomi tarihi yeniden yazılsa yazarın varacağı sonuç şu olacaktır: Adana'dan zengin olmuş bir yerli Adana'lı bugüne kadar çıkmadı. Kayseri'den, Niğde'den veya Balkan göçü sonrasında Bosna'dan yırtık yorganla gelenler pamuk ağası, çiftlik ağası, tekstil fabrikası ağası oldular. Çukurovanın insanın ciğerinin içine kadar işleyen sarı sıcağında pamuk üretiminde verimi dönüm başına 650 kiloya kadar çıkartma beceresini gösterebilen yerli Adanalıdan (Yörük olsun, Türkmen olsun, Ermeni olsun ya da Arap ve Kürt olsun) bir tek zengin çıkmadı.
Aytaç Durak çıkacaktı (!)
Gör başına neler geldi (!)
Herkes merakla bana "Aytaç Durak iktidar partisinden belediye başkanı olsaydı, Adana olayı bu noktaya kadar gitmeden kapanmaz mıydı?" diye soruyor. Ben de "temiz siyaset-temiz vatandaş-temiz toplum" idealine vidalanmış yazılar yazan biri olarak onlara "İstanbul'da Çelik Sır Kasa" hikayesini anlatıyorum.
xxx
Bu hikaye gerçektir.
Kişi ve olaylar sahidir.
Kasa, gazetelere manşet oldu, TV'lerde "içindeki para ne kadardı?" diye yayın konusu, Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a, İstanbul Belediye Başkanı'na, Meclis'te milletvekiline ihbar konusu oldu.
Cerahat kokan bir kasaydı.
Unutuldu gitti.
Olayı size şöyle anlatayım:
İktidar partisi AKP'nin adayı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanılığına ikinci kez seçilen yüksek mimar Kadir Topbaş'ın, imar danışmanlığını yapmış Fethi Turgut, ailesini de alıp tatile gitmişti.
Evde sadece genç oğlu vardı.
Arkadaşlarına; "Babam her akşam eve torbalar dolusu paralarla geliyor, paraları çelik kasalara dolduruyor" diye anlatıyordu. Bu anlatım mahallede 12 kişilik bir "soyguncu çetesinin örgütlenmesini" tetiklemişti.
12 kişi plan yaptılar.
Belediye Başkanı'nın imar danışmanı Fethi Turgut'un genç ve biraz da saf oğluna, dümenden bir kız arkadaş ayarladılar. Kız evde oğlanın birasına uyku ilacı kattı, oğlan uyuyunca çete eve girdi.
xxx
Gerçekten 3 kasa vardı.
İkisi çok büyüktü.
Yerinden oynamıyordu.
Çok sağlamdı açılamıyordu.
Üçüncü kasa taşınabilirdi.
Hırsızlar taşınabilir kasayı aldılar, Kartalda bir eve götürdüler. Uğraştılar açamadılar. Maltepeden bir çilingir buldular. Kasayı açtırdılar. İçinden 950 bin Amerikan Doları, 280 bin Avro, 200 bin Türk Lirası ve 2 kilo altın çıktı. Bu çetenin yaptığından haberli olan Ahmet Tamer adlı birisine "soygundan pay" vermedikleri için o da kızdı, olayı bir ihbar mektubu ile Başbakan Tayip Erdoğan'a, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e, Belediye Başkanı Kadir Topbaş'a bildirdi. Onlardan ses çıkmayınca Meclis'e CHP milletvekili Çetin Soysal'a yazdı. Konu basına yansıdı. 12 hırsız yakalandı, hapse kondu (Bak Öge Demirkıran'ın 1 şubat 2009 tarıhli VATAN'da yayınlanan haberi ve ocak-şubat aylarında Cumuhuriyet, Milliyet, Hürriyet gazeteelrinde çıkan "gizli kasa"haberleri)
Hırsızlar hapse kondu.
Tahmin edin!
Kasanın sahibine ne oldu?
Kasanın sahibi iktidar partisinden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'nın imar danışmanı Fethi Turgut'a ne Cumhurbaşkanı, ne Başbakan, ne Belediye Başkanı, ne savcı hiç kimse "arkadaş sen bu kadar parayı nereden buldun, bu üç kasa evinde ne diye duruyor?" diye sormadı. Fethi Turgut, "çalınan kasamdaki para sadece 200 bin dolardı" diye açıklama yaptı olay kapandı. Hırsızlar hala hapiste yatıyor. Fethi Turgut da hala belediye şirketlerinin birinde bir makam sahibi olarak çalışıyor.
Aytaç Durak'ı soruyorlar.
Çelik sır kasayı anlatıyorum.
Bu sefer ben soruyorum: İstanbul'da kaç Aytaç Durak bulunuyordur?
Necati Doğru’nun Odatv’ye açıklamaları:
“Benim dünkü yazım gazetenin beş günden beri sürdürmekte olduğu Adana Belediye Başkanının servetini açıklayamaması ile ilgili bir takım iddiaların sergilenmesinin devamı olan bir yazıydı. Bu yazının başlığını “İstanbul’da kaç Aytaç Durak bulunuyor” diye koydum. Bu son derece masum bir yazıydı ve sadece muhalefet partisinin belediye başkanlarının yolsuzluklarını, hırsızlıklarını yazmak değil, iktidar partisinin belediye başkanlarının da, eğer varsa bir deposu, bir yanlışı onları da yazmak… Gazetecilik bunu gerektirir diye düşündüm bu yazımı yazdım.
Her zamanki gibi evime gittim. Saat dokuzda beni aradılar ve bu yazının girmeyeceğini ve yedek yazı yazmamı istediler. Ben de “hayır” dedim. Şimdi bu yazım yayınlanmadığı için de istifa ediyorum.
Şunu düşünüyorum. Belki de iktidar partisi tarafından gazetenin üzerine büyük bir baskı geliyor. Ve yazı işleri yönetiminin başındaki arkadaşımız bunu taşıyamıyor olabilir. Dolayısıyla bir yandan da benim yazılarım gazeteye zarar veriyor diye düşündüm. İktidar partisinin hoşuna gidecek yazılar zaten yazamam ama onları yazmayıp susarak da duramam. O zaman muhalefeti de yazamamak gerekiyor.
Benim kalemim de 30 yıldan beri temiz toplum, temiz vatandaş, temiz siyaset arayışında olan bir kalemdir. Bu dönemde buna katlanamazdım onun için ayrıldım.
Bundan sonra benim yazılarımı kaldıracak bir gazete arayacağım. İktidar partisine yandaş gazetelerde yazamam. Zaten onlar da yazdırmazlar. Yazabilseydim zaten Vatan’da yazmaya çalışırdım. Çünkü Vatan iyi bir gazete, beğendiğim bir gazete. Orada çok sayıda arkadaşım, dostum var.
Vatan bile beni taşıyamadığına göre hiçbir gazetede yazamam. Bunun dışında kalanlar eğer benim kalemimi taşıyabileceklerse, beni davet ederlerse oralarda yazacağım. Yoksa yazının diğer alanlarında yeniden başlayacağım. Araştırma kitapları, roman, öykü yazma gibi dallarda yazacağım.”
İşte Zafer Mutlu’nun Odatv’ye açıklamaları:
“"Olayı 10 dakika önce sizin site haber yapınca öğrendim. Necati Doğru'ya bir sansür aklımızın köşesinden bile geçmez.
Arkadaşlardan şimdi öğrendiğime göre olay şöyle oluyor; Necati Doğru'nun makalesinde isim yer aldığı için, 'dava konusu olmasın' diye bizim yazıişleri Necati Doğru'yu 'isimle ilgili bir düzeltme yapabilir miyiz' diye telefonla arıyor. Arayan arkadaşımız Atilla Güner. Necati Doğru sinemada olduğu için yazıyı düzeltecek zamanı olmadığını söylüyor ve arkasından da 'isterseniz çıkarın' diyor. Yazı çıkarılıyor.
Bunlardan benim haberim yok.
Necati Doğru'nun sansürlenmesi söz konusu değildir. Elinizi vicdanınıza koyunuz; Necati Doğru'nun bugüne kadar yazdığı en sert yazı bu mu? Bu yazının sansürlenecek neyi var? Sadece bizim yazıişleri dava açılmaması için teknik istekleri olmuş o kadar. Yazının çıkarılmasının istenmesi söz konusu değil. Telefonda bir yanlış anlama olabilir. Bunları düzeltiriz.
Biz Necati Doğru'yu hiçbir yere bırakmayız. Vatan'da her zaman olduğu gibi özgürce yazılarına devam edecektir, etmelidir.”
peki neden şimdi Necati Doğru Sözcü gazetesinde...
10 Nisan 2010 Cumartesi
ATATURK'UN IZMIR IKTISAT KONGRESI ACILIS KONUSMASI günümüz türkçesiyle
Efendiler; Aziz Türkiye’mizin iktisadi yükselmesini aramak ve bulmak gibi vatani, yaşamsal ve ulusal bir kutsal amaç için bugün burada toplanmiş olan sizlerin, muhterem halk temsilcilerinin huzurunda bulunmakla çok mesut ve bahtiyarim. Efendiler; Uzun gafletlerle ve derin vurdumduymazlik ile geçen yüzyillarin iktisadi bünyemizde açtiği yaralari tedavi etmek ve çarelerini aramak, ülkeyi bayindirliğa, ulusu refah ve mutluluğa ulaştirma yollarini bulmak için oluşacak çalişmanizin başariyla sonuçlanmasini temenni eylerim.
Arkadaşlar; Sizler doğrudan doğruya ulusumuzu temsil eden halk siniflarinin içinden ve onlar tarafindan seçilmiş olarak geliyorsunuz. Bu itibarla ülkemizin durumunu, gereksinimini, ulusumuzun elemlerini ve emellerini yakindan ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alinmasi gereğini açiklayacağiniz önlemler, halkin dilinden söylenmiş kabul olunur ve bunun için en büyük isabetler malik olur. Çünkü halkin sesi, hakkin sesidir.
Efendiler, Tarih, ulusumuzun yükselme ve gerileme nedenlerini ararken bir çok siyasi, askeri ve toplumsal nedenler bulmakta ve saymaktadir. Kuşku yok tüm bu nedenler toplumsal olaylarda etkilidirler. Bir ulusun doğrudan doğruya yaşamiyla ilgili olan , o ulusun iktisadiyatidir. Tarihin ve tecrübenin saptadiği bu gerçek bizim ulusal yaşamimizda tümüyle görünür. Gerçekten Türk tarihi incelenirse yükselme, gerileme araçlarinin iktisadi çalişmadan başka bir şey olmadiği derhal anlaşilir.
Efendiler; Tarihimizi dolduran zaferler, ya da dağilmalarin tümü iktisadi durumumuzla ilişkili ve ilgilidir. Yeni Türkiye’mizi layik olduğu sağlamlik derecesine ulaştirmak için, kesinlikle iktisadiyatimiza birinci derecede ve en çok önem vermek zorunluluğundayiz, zamanimiz tamamen bir iktisat devrinden başka bir şey değildir. Bir ulusun yaşamsal araçlarini, refah ve mutluluğunu teşkil eden iktisadiyatla uğraşamamasi nazar-i dikkati çekici bir keyfiyettir. itirafa zorunluyuz ki, iktisadiyatimiza gereği kadar önem verememiş bulunuyoruz. Bir ulusun yaşamsal araçlariyla uğraşmamasi ya da uğraşamamasi , o ulusun yaşadiği zaman ile o zaman saptayan tarih ile çok ilgilidir. Bunun araçlarini geçirdiğimiz zamanda , özellikle tarihimizde arayabiliriz. şimdiye dek gerçek anlamiyla ulusal bir devir yaşamadik, dolayisiyla ulusal bir tarihe sahip olamadik. Bu noktayi biraz izah edebilmiş olmak için hep birlikte Osmanli tarihini animsayalim:
Osmanli tarihinde tüm gayretler, tüm çalişma ulusun arzusu, dileği ve gerçek gereksinimi bakiş açisindan değil, şunun bunun dileğini , ihtiraslarini tatmin bakiş açisindan olmuştur. Sözgelimi, fatih istanbul’u zaptettikten sonra yani Selçuklu saltanatiyla Doğu Roma imparatorluğuna vardiktan sonra Bati Roma imparatorluğu’na da konmak istedi. Bunun için de tüm ulusu bu hedefe doğru sevketti. Sözgelimi, Yavuz Selim, Fatih’in açtiği bati cephesini tesbit ile birlikte Asya imparatorluğu’nu birleştirerek büyük bir islam birliği meydana getirmek istedi. Kanuni Süleyman, her iki cepheyi genişletmek, bütün Akdeniz’i bir Osmanli havzasi haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz kurma gibi şahane bir siyaset izlemek istedi ve tabii bunun için de asil etkeni, ulusu kullandi.
Arkadaşlar; Bütün bu işler ve hareket incelenirse, görülür ki , bu kudretli ve azametli padişahlar, diş siyasetlerini; emelleri, arzulari ve ihtiraslarina dayamişlar ve teşkilat ve iç siyasetlerini, bu yeni doğmuş tutku olan diş siyasetlerine göre, düzenleme zorunluluğunda kalmiştir. Halbuki iç örgütlenmenin, iç siyasetin genişliği ve dayanma derecesinde bir diş siyaset izlemek mecburiyeti vardir. Aksi takdirde felaket ve hüsran muhakkaktir.
Gerçekten Osmanli hakanlari asil olan bu noktayi unuttular. Bütün iş ve harekatlarini hayaller ve emeller üzerine bina ettiler. “ iç Örgütlenmeyi” diş siyasete uydurmak zorunluluğu oluşunca, zaptettikleri yerlerdeki öğeleri, olduğu gibi koruma zorunluluğunda kaldiktan başka onlara istisnalar, imtiyazlar bahşettiler. Diğer taraftan asil etkeni, uzun seferlerde, fetih alanlarinda dolaştirttilar ve bu suretle kendi kendini tahrib etmiş oluyordu. Bu itibarla ulus, yani asil etken kendi evinde, kendi yurdunda yaşamsal araçlarini üretmek için çalişmaktan yoksun bir durumda bulunuyordu. Bu hükümdarlar, ulusu böyle diyar diyar dolaştirmakla yetinmiyorlar; belki fetihler dairesi içine giren halki memnun etmek, yabancilari memnun etmek için, asil etkenin hukukundan iktisadi kaynaklarindan bir çok şeyleri (hediye) olarak onlara bahşediyorlardi. Sözgelimi Fatih zamaninda Cenevizlilere verilen imtiyazlar bu kabildendir. Nitekim bu imtiyazlarla açilan yol bilahare kendisinden sonra genişlemiş bulunuyordu. Ve bu imtiyazlar, devletin en güçlü zamaninda oluyordu ve bunlar tam padişah bağişi olmak üzere oluyordu. Kanuni zamaninda Venediklilerle bir ticaret antlaşmasi yapilmak istenmişti. Padişah bunu onuruna uygun buldu. Zira ona göre antlaşma, eşit devletler arasinda yapilabilirdi. Halbuki o zaman Venedikliler bir bağimli durumunda idiler. Öyle olmakla birlikte ona izin verildi. işte bu izin sözcüğü daha sonra ( kapitülasyon) sözcüğü ile çevrilmişti. Bu, teslimiyet sunuşuna mecbur olanlar ve bir kale içinde mahsur olanlar arasinda kullanilan bir sözcüktür. Ulus, eviyle ve yaşam araçlariyla uğraşmaktan yasakli olarak diyar diyar dolaştiriliyorken bu diyarlar halki bir çok imtiyazlara sahip olarak çalişiyor, yani fatihler asil etkeni peşine takarak kiliçla fetihler yaparken, zapt olunan ülke halki kazandiklari imtiyazlarla, özerkliklerle sapanlarina yapişiyorlar ve toprak üzerinde çalişiyorlardi. Fakat efendiler acelece fetihler yapanlar, sapanla fethedenlere sonuç olarak mevkilerini terk etmeğe mahkumdur. (alkişlar) Bu bir gerçektir ki , tarihin her devrinde aynen olmuştur. Sözgelimi Fransizlar Kanada’da kiliç sallarken oraya ingiliz çiftçisi girmiştir. Bir süre kiliçla sapan diğeriyle mücadele etti. Ve sonunda sapan galip gelerek ingilizler Kanada’ya sahip oldu. (alkişlar). Efendiler; kiliç kullanan kol yorulur, fakat sapan kullanan kol her daha çok kuvvetlenir ve her gün toprağa daha çok sahip olur. (alkişlar)
Efendiler; Osmanli fatihleri, hakanlari, yayilmacilari asil etken ile birlikte sapanin önünde mağlup olup, geri çekilmeye başladiktan sonra asil felaketlerin büyüğü başladi. Padişah bağişi olarak yabancilara bahşedilmiş olan ve ülke içindeki Müslüman olmayanlara verilen her şey kazanilmiş haklar kabul edildi. Fakat yabancilar bununla yetinmediler,her gün bunun genişletilmesi için çare aradilar ve buldular. iç öğeler, korumaya gücü olduklari imtiyazlara dayanarak ve dişarinin tertibat ve korumasina siğinarak siyasi bir varlik elde etmek için çalişmaktan geri durmadilar. Yabancilar bir taraftan içteki öğeleri özendirme, diğer taraftan müdahale ile devlet ve ulus aleyhine yeni imtiyazlar aliyorlardi. Bu sürekli baski altinda zaten yoksul düşmüş olan anayurdu ve asil öğe, devlete verebilecek parayi güç sağlayabiliyorlardi. Fakat, padişahlar , saraylar bab-i aliler debdebeyi sürdürme için paraya muhtaçtilar. Bunun için, bunu sağlama çarelerine başvurmuştur. O çareler de diş borçlanma anlaşmasi oluyordu. Fakat borçlanma koşullarini o denli kötü yapiyorlardi ki, bazilarini ödemek mümkün olmamağa başladi. Ve sonunda bir gün devletler Osmanli Devleti’nin iflasina karar verdiler ve düyun-u umumiye (genel borçlar) belasini başimiza çöktürdüler.
Efendiler; Ulusun düştüğü bu hazin durum ve sefaletin nedenini arayacak olursak, doğrudan doğruya devlet kavraminda buluruz. Biliyorsunuz ki, Osmanli Devleti kişisel saltanat ve en son beş on yil içinde de meşruti saltanat esasina dayanan hükümet yönetiyordu. Kişisel saltanatta her hususta yalniz padişahlarin arzu, emel ve iradeleri egemendir. Uluslarin arzu, emel, irade ve gereksinimleri söz konusu olmaktan uzaktir. Ulus, dilek ve iradesinden soyunmuştur. Padişahlar kendilerini Allah tarafindan gönderilmiş bir kutsal şahsiyet farz ederler. Çevrelerini alan çikarcilardan, padişahin zihniyet ve arzusunu bir tanrisal gerek bir kuran gereği gibi herkese telkin ederler. Bu telkinler karşisinda bir gün tüm halk , bu arzu ve iradelerin yargisiz tanrisal irade olduğuna kani olur. Bundan soyunmuşluğa riza gösteren bir ulusun akibeti felaket, musibettir.
Arkadaşlar; Son nitelediğim noktada artik Osmanli devleti gerçekte ve eylemsel bağimsizliktan toksun bir duruma getirilmişti. Bir devlet ki, uyruklularina koyduğu vergiyi yabancilara koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için gümrük vergisi işlemi vesaire düzenleme hakkindan yasaklanmiştir, bir devlet ki yabancilar üzerinde yargi hakkini uygulamaktan yoksundur, o devlete bağimsiz denilemez. Devletin ve ulusun yaşamina yapilan müdahaleler bundan daha fazladir. Ulusun ekonomik gereksiniminden olan sözgelimi şimendifer (tren yolu) inşasi, sözgelimi fabrika yapmak için devlet serbest değildi! Böyle bir şeye teşebbüs olunursa hemen müdahale olurdu. Yaşamini sağlamaktan aciz olan bir devlet bağimsiz olabilir mi ş Osmanli ülkesi yabancilarin sömürgesinden başka bir şey değildi. Osmanli halki, Türk ulusu tutsak durumuna getirilmişti. Bu sonuç, sunduğum gibi ulusun kendi irade ve egemenliğine sahip olamamasindan, şunun bunun elinde kullanilmasindan ileri gelmişti. O halde diyebiliriz ki, ulusal bir devir yaşamiyorduk. Ulusal tarihe sahip bulunmuyorduk. Osmanli tarihi padişahlarin, hakanlarin, zümrelerin destanlari içeriğindeydi. Mazinin tarih diye uzattiği kitabin içeriği bundan ibarettir. Arkadaşlar; Ulusun egemenliğine sahip olamamasi yüzünden içine girdiğimiz genel savaşta değerli çocuklarinizdan oluşan kahraman ordularimizin Galiçya, Romanya, Makedonya, Kafkas şahikalari, Tur-i Sina çöllerinde düştüğü zahmetleri animsatacak kadar çok zaman geçmedi ve en sonunda bu genel savaşin uğursuz sonucu da bilinir. Özellikle Mondros Ateşkesiyle açilan devrin görünümünü bir an düşünmek isteyecek olursaniz baştan aşaği kadar bir dağilma görünümünden başka bir şey olmadiğini anlarsiniz. Devletler her türlü insanlik hukukundan soyunmuş, ülkemizin en değerli ve en verimli yerlerini çiğnediler. izmir, Bursa, Eskişehir, Sakarya, Anadolu, Trakya, istanbul vesaire gibi en aziz yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanlarin bu hareket tarzindan daha üzücü bir nokta varsa, o da bu ülkenin yüzyillarca başinda bulunan insanlarin da düşman saflarina geçmiş bulunmasidir. (kahrolsun sesleri)
Arkadaşlar; Biliyorsunuz ki, iç düşmanlar, diş düşmanlarin yapmağa muktedir olamayacaği kötü ve feci işler ve kötü harekette tereddüt göstermemişlerdir. Diş düşman güçleri, saydiğim aziz yurt topraklarinda bulunurken, padişahin iradeleri ve yayinladiği fetvalariyla ve hilafet ordulariyla bu masum ulus şurada burada küçük görülüyor ve kandiriliyordu. Ve kendi varliğina karşi , farkina varmayarak , silah kullaniyordu ve sonunda hep bildiğimiz yönüyle Osmanli Devleti tamamen bitti. Fakat düşmanlarimiz ayni zamanda Osmanli Devletiyle birlikte Türk Ulusunun da mahvolduğunu zannetti. işte bunda çok aldaniyordu. Osmanli Devleti gibi çok devletler kurmuş olan Türk Ulusu mahvolamazdi ve mahvolmamişti. (şiddetli alkişlar) Özellikle hayatina vurulan bu darbelerden diş ve iç düşmanlarin aci darbelerinden birdenbire tüm uyanmalarini, tüm uyanikliğini takindi, yaşamini, şerefini kurtarmak için büyük onurla başini kaldirdi. Ve birleşerek ve dayanişarak ortaya atildi. (şiddetli alkişlar) işte ulusumuz o dakikadan itibaren ulusal bir devre girdi; bir halk devresinin ilkesini kurdu. Ulus bu ilkeden işe başladiği gün, kendisine hedef olan yollarin ne denli yoğun karanlik içinde bulunduğunu animsariz. Bu durum ulusu karamsarliğa düşürmedi. Büyük azim ile hedefine adimlarini atti.
Efendiler; Ulusumuz gerçek ve kesin kurtuluşa mazhar olabilmek için iki ilkeye dayanmanin koşul olduğunu anladi. Onlardan birincisi: Misak-i Milli’nin ifade ettiği ruh ve anlam. ikincisi; Anayasamizin saptadiği değişmesi mümkün olmayan gerçeklik. Misak-i Milli , ulusun tam bağimsizliğini sağlayan ve bunun için iktisadiyatinda gelişmesine engel olan tüm nedenleri bir daha geri dönmemek üzere kaldiran bir genel kuraldir. Anayasa Osmanli imparatorluğu’nun, devletinin tarihe dönmüş olduğunu anlayan, onun yerine yeni Türkiye Devleti’nin geçtiğini ilan eden bir yasadir. Bu devletin yaşaminda kayitsiz koşulsuz egemenliğin ulusun sorumluluğunda kalacağini ifade eden yasadir. Bu yasa, egemenliğin ulusun sorumluluğunda kalabilmesi için halkin bizzat kendini yönetmesini koşul kilan bir yasadir. Artik Türkiye halki için biricik temsilci yasal ve yürütme yetkisine haiz olan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetidir diyen bir yasadir. Bab-i Ali yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetini koyan bir yasadir. Efendiler; Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetinin aldiği yönüyle tam bağimsizlik, ulusal egemenlik ilkelerine dayanan ulusu zengin, ülkeyi bayindir etmekten ibarettir. (Alkişlar) Efendiler; Bu ilke gereği tüm dünya bilmelidir ki, artik Türkiye halki;egemenliğini hiçbir kişi ve makama veremez. Egemenlik demek onur demek, haysiyet demektir. Bu ulusun bu uygarlik ve insanlik ölçülerini silmesini talep etmek onu insanliktan çikarmak demektir.
Efendiler; Ulusumuz bu iki esasa dayanir. Çalişmağa başladiği günden bugüne dek geçen zaman çok değil, üç buçuk, dört yildan ibarettir, fakat ulusumuzun kazandiği başari ve üstünlük bu yillara siğmayacak denli çoktur, taşkindir, yüksektir ve kuvvetlidir. (Sürekli Alkişlar) Gerçekten padişah buyruklari; Hilafet ordulari ve özendirme ile olan başkaldirilarin tümü bastirilmiştir ve tüfeksiz, topsuz, parasiz bulunduğu bir zamanda yeniden dünyanin en kudretli en büyük ordusunu oluşturmaya gücü yetmiştir. (Alkişlar) Orada daha oluşum durumundayken birinci ikinci inönü Sakarya utkularini elde etmiş (alkişlar) ve dünyayi hayretlerde birakan en son üstünlüğü de büyük güçle ve hizla elde ederek düşman ordularini bire kadar mahvetmiştir. ( Pek sürekli ve pek şiddetli alkişlar yaşa, var ol sesleri) Tam bağimsizlik için şu genel kural var: Ulusal egemenlik, ekonomik egemenlik ile sağlamlaştirilmalidir. Bu denli büyük gayeler, bu benli kutsal, büyük hedefler kağit üzerindeki genel kurallarla , arzu ve hirslarla husul bulmaz. Bunlarin tam gerçekleşmesini sağlamak için biricik güç, en güçlü temel iktisadiyattir. Siyasi ve askeri üstünlükler ne denli büyük olursa olsun,iktisadi zaferle taçlandirilmazsa sonunda, sonuç paydar olamaz. En güçlü ve parlak zaferimizi de taçlandiran bayindir sonuçlari sağlamak için iktisadi egemenliğimizin sağlanmasi ve sağlamlaştirilmasi gereklidir. Bu denli verimli, bu denli güçlü olan yeni hükümetimizin düşmansiz kalacağini farzetmek doğru değildir. Bunun için çok kundaklar koyarak yikmaya çalişacak ve suikasde girişecekler bulunacaktir. Tüm bunlara karşi silahimiz, iktisadiyatimizdaki güç v; dayaniklilik ve başarimiz olacaktir.
Efendiler; Dahil olduğumuz halk devrinin, ulusal devrin ulusal tarihini de yazabilmek için kalemler, sapanlar olacaktir.(Alkişlar)Bence halk devri, iktisat devri kavramiyla ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki, ülkemiz bayindir,ulusumuz gönençli ve zengin olsun. Bu noktada bir felsefeyi animsayiniz o da: Kanaat tükenmez bir hazinedir. Bu felsefeyi yanliş yorumlama yüzünden bu ulusa büyük kötülük edilmiştir. Allah yarattiği nimet ve güzellikleri insanlarin yararlanmasi için yaratmiştir. Allah zeka ve akli insanlara bunun için verdi. Eğer yurt kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden ibaret olsaydi onun zindandan farki olmazdi. Felsefenin sahipleri ülkeyi zindan ve cehennemden başka bir şey yapmamişti. Bu yurt çocuklarimiz ve torunlarimiz için cennet yapilmaya layiktir. Bu iktisadi etkinlik ile olanaklidir. Öyle bir iktisat devri ki, artik ulusumuz insanca yaşamasini bilsin ve o araçlari bilerek ona göre gereken önlemlere başvursun. Arzumuz şudur: Bu ülkenin bireyleri ellerinde örnekleriyle,tarim, ticaret,sanat, çalişma ve sapanin temsilcisi olsun. Artik bu ülke yoksul, ulus değersiz değil, belki ülkemiz zenginler ülkesidir. Bu yeni Türkiye’nin adina, çalişkanlar diyari denir. (Alkişlar) işte ulus böyle bir devir içinde bulunuyor, bu böyle bir iyi devir olacak ve tarihini yazacaktir. Bu tarihte en büyük makam çalişkanlara ait olacaktir. (alkişlar)
Efendiler; Türkiye iktisat Kongresi tarihte ilk kez yüksek mevkiye erişecek bir kongredir. Ve sizler bu ülkenin gereksinimini, ulusun gereksinimini ulusun yeteneğini ve bunun karşisinda dünyada var olan çok güçlü iktisat örgütünü göz önüne alarak, alinmasi gereken önlemleri büyük açiklik ile görüşmeli ve saptamalisiniz. O önlemler uygulandikça ülkemiz nurlara, feyizlere batmiş olsuz. Arkadaşlar; Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetiniz tabii ulusun dileği dairesinde ilerleme ve yeniliğe tamamen taraftardir. Bunun için mülk ve ulusa yararli kabul edeceğiniz önlemi memnuniyetle göz önüne alacaktir. Efendiler; iktisadiyat sahasinda düşünür ve konuşurken sanilmasin ki, yabanci sermayesine düşmaniz; hayir bizim ülkemiz mirasi korur. Çok çalişma ve sermayeye gereksinimimiz var. Yasalarimiza uyma koşuluyla yabanci sermayelerine gereken güvenceyi vermeğe her zaman haziriz. Yabanci sermayesi bizim çalişmamiza katilsin ve bizim ile onlar için yararli sonuçlar versin. Geçmişte, Tanzimat devrinden sonra yabanci sermayesi müstesna bir mevkiye sahipti, devlet ve hükümet yabanci sermayesinin jandarmaliğindan başka bir şey yapmamiştir. Her yeni ulus gibi Türkiye bunu uygun göremez. Burasini tutsak ülkesi yaptirmayiz. (Alkişlar)
Arkadaşlar; Son söz olarak demiştim ki: Ülkemizi artik tutsak ülkesi yaptiramayiz, Dikkatinizi çekmiş olan Konferansin son görüşmeleri bu nokta ile ilgilidir. Lozan Konferansinin ertelenmesi ayni sorun ve noktadan ileri gelir. Ordularimiz en büyük bir zaferi elde etmişler ve yengi yürüyüşünü durduracak hiçbir engel mevcut değildi. Böyle bir zamanda itilaf Devletleri doğal hukukumuzu ve yasalliğimizi görüşme ile halledeceklerini söylediler ve bizi konferansa çağirdilar. Ulus, Meclis ve Hükümetimiz içten olarak bariş taraftari bulunduğu için üstün ordularimizi durdurarak, delege kurulumuzu Lozan’a gönderdik. Aylardan beri görüşmeler, tartişmalar sürdü. Muhataplarimiz hukukumuzu tasdik etmiş olmadi. Konferanstaki muhataplarimiz bizimle üç dört yillik değil, üç yüz ve dört yüz yillik hesaplari görüyorlar ve hala muhataplarimiz Osmanli Devleti’nin tarihe kariştiğini ve bugün yeni Türkiye’nin varliğini, bunu kuran ulusun çok azimkar, imanli ve yiğit olduğunu, tam bağimsizliği ve ulusal egemenliğinden zerre kadar özveride bulunamayacağini hala anlayamamişlardir. Bu yüzden itilaf Devletleri duraksamaya düştü. istedikleri denli duraksayabilirler. Bu ulus için duraksama devirleri çoktan geçmiştir. (Pek sürekli ve pek güçlü alkişlar) Devletlerin delege kurulumuza verdikleri son proje doğal olarak kabul edilebilir görülmedi. Ve diğer delegeler gibi bizimkiler de geri dönüyorlar. Tabii gensoru olacaktir. Sonuçta tüm dünya bilsin ki, bu ulus tam bağimsizliğinin sağlandiğini görmedikçe yürümeğe başladiği yoldan bir an durmayacaktir. (Alkişlar) Biz kimseden fazla bir şey istemiyoruz, her uygar ulusun sahip olduğu şeylerden mahrum edilmemeliyiz. Haklarimiz doğal olarak yasaldir, bize gereklidir. Ne denli hakli isek bunu savunma için de ülke ve ulusumuzun yeteneği ve gücü de o kadardir. (Alkişlar)
Efendiler; Görülüyor ki bu denli kesin ve yüksek bir askeri zaferden sonra da bizi barişa kavuşmaktan engelleyen neden doğrudan doğruya ekonomik araçlardir,iktisadi düşüncedir. Çünkü bu devlet, bu ulus iktisadi egemenliğini sağlarsa, o kadar güçlü temel üzerinde yerleşmiş ve yükselmeğe başlamiş olacaktir ve artik bunu yerinden kimildatmak mümkün olamayacaktir. işte düşmanlarimizin, gerçek düşmanlarimizin olur vermedikleri, bir türlü riza göstermedikleri budur.
Efendiler; Bu eylemsel gerçekleşmiştir. Bariş denen şeyin sağlanmasi için yabancilarin bu gerçeği itiraf etmemekteki duraksamalarina mantiksal anlam vermek mümkün değildir. Çok arzuya değerdir ki , pek yakin zamanda onlar da bu gerçeği itiraf ederler ve tüm dünya uygarliğinin pek büyük istek ve hasretle beklediği bariş toplantisina engel olmak sorumluluğundan çekinirler. şimdiden yaşamsal araçlarimizi sağlamaya başlamiş bulunuyoruz. Ve doğal olarak bariş durumunun toplanmasinda daha büyük gelişmeler oluyor. Fakat başarili olmak için çok çalişmak gerektiğini bilmeliyiz. iktisadiyat, iktisadiyat diyoruz. Fakat arkadaşlar iktisadiyat demek her şey demektir. Yaşamak için, mesut olmak için, insan varliği için ne gerekirse bunlarin tümü demektir, tarim demektir, ticaret demektir, çalişma demektir, her şey demektir.Tüm bu konularda şu anda ülke ve ulusumuzun ne durumda olduğunu sizler çok güzel bilirsiniz. Nitelemek istemeyeceğim. Ancak ülkemizin bolluğu ve nüfusumuzun bu bollukla ne kadar uygun olmadiğini da animsayiniz. Bu miras ve verimli topraklari işleyebilmek, işletebilmek için eksik olan el emeğini hemen fenni alet ile gidermek zorunluluğundayiz. Ülkemizi bundan başka şimendiferler ile ve üzerinde otomobiller çalişir şoseler ile şebeke durumuna getirmek zorundayiz. Çünkü batinin ve dünyanin araçlari bunlar oldukça, şimendiferler oldukça, bunlara karşi merkepler ve kağni ile ve tabii yollar üzerinde yarişmaya çikişmanin anlami yoktur.
Ülkemiz tarim ülkesidir. Bu itibarla, halkimizin çoğunluğu çiftçidir., çobandir. Bundan dolayi en büyük gücü, kudreti bu sahada gösterebiliriz ve bu sahada önemli yarişma alanlarina atilabiliriz. Fakat ayni zamanda sanayimizi de güçlendirmek ve genişletmek zorundayiz. Eğer sanat konusunda yine müsamahakar olursak, o durumda sanayi ürünlerinde yine dişarinin haraç vericisi oluruz, ürünler ve yapilmişlarin değişimi ve servete çevrilmesi için ticarete gereksinimimiz vardir. Ticaretimizin yabancilar elinde kalmasi ülkemizin servetinden gereği kadar istifade edememeğe neden olur. Fakat tüm bunlar söylendiği denli basit ve kolay olmayan şeylerdir. Bunda başarili olabilmek için gerçekten ülkenin ve ulusun gereksinimine mutabik esasli program üzerinde tüm ulusun birleşmiş ve uyum içinde olarak çalişmasi gereklidir. Yüce kurulunuz bu temellerin en değerlilerini inşallah bulup ortaya koyacaksiniz. “Arkadaşlar bence yeni devletimizin , yeni hükümetimizin tüm esaslari, tüm programlari iktisat programindan çikmalidir. Çünkü demin dediğim gibi her şey bunun içinde sarilidir. Bundan böyle çocuklarimizi o suretle öğretmeli ve eğitmeliyiz, onlara bu suretle bilim ve irfan vermeliyiz ki, tarim ve sanayide tüm bunlarin etkinlik alanlarinda verimli olsunlar,etkili olsunlar, eylemli bir öğe olsunlar.” Bundan dolayi eğitim programimiz gerek ilk öğretimde, gerek orta öğretimde verilecek tüm şeyler bu bakiş açisina göre olmalidir Eğitim programlarimiz gibi devlet şubeleri için düşünülecek programlar da iktisat programina dayanmaktan kendini kurtaramazlar. Temelli bir program saptamak, program üzerine tüm ulusu uyum içinde çaliştirmak gerekir. Bizim halkimizin çikari bir diğerinden ayrilir sinif biçiminde değil özellikle varliklari ve çalişma sonucu yek diğerine gereken siniflardan ibarettir. Bu dakikada dinleyenler çiftçilerdir, sanatkarlardir, tüccarlardir ve işçidir. Bunlarin hangisi diğerinin karşiti olabilir. Çiftçinin sanatkara; sanatkarin çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunlarin tümüne, bir diğerine ve işçiye muhtaç olduğunu kim inkar edebilirş Bugün varolan fabrikalarimizda ve daha çok olmasini dilediğimiz kendi işçimiz çalişmalidir. Müreffeh ve memnun olarak çalişmalidir. Ve tüm bu saydiğimiz siniflar ayni zamanda zengin olmalidir. Ve yaşamin gerçek lezzetini tada bilmelidir ki, çalişmak için kudret ve kuvvet bulabilsin. Bundan dolayi programdan bahsedildiği zaman adeta diyebiliriz ki, tüm halk için bir çalişma ulusal andi içeriğinde olan program çevresinde toplanmakta oluşacak olan siyasi biçim ise gelişi güzel bir parti biçiminde tasavvur edilmemek gerekir ve bariştan sonra oluşabilecek böyle bir siyasi şeklin şimdiye dek olduğu gibi ulusun azim ve imaniyla birlik ve dayanişmasinin birbirine yardimci olmasiyla başarili olacaği hakkinda kani güçlüdür ve tamdir.
Efendiler, Yüce kurulunuzun bugün gerçekleştirmiş olduğu Türkiye iktisat Kongresi çok önemlidir. Çok tarihidir. Nasil ki, Erzurum Kongresi felaket noktasina gelmiş olan bu ulusu kurtarmak konusunda Misak-i Millinin( ulusal Andin) ve Anayasanin ilk temel taşlarini sağlama konusunda etken olmuş, etkili olmuş, girişimci olmuş ve bundan dolayi tarihimizde, ulusal tarihimizde en değerli ve en yüksek aniyi hazirlamiş ise, kongreniz de ulusun ve ülkenin yaşam ve gerçek kurtuluşunu sağlamaya yarayacak olan genel kurallarin temel taşlarini ve esaslarini hazirlayip ortaya koymak suretiyle tarihte büyük nami ve çok değerli bir aniyi sağlayacaktir. (Alkişlar) Bu denli değerli ve tarihi kongrenizi açmak onurunu bana bahşettiğinizden dolayi özellikle teşekkürlerimi sunarim (alkişlar) (estağfurullah sesleri) ve böyle bir kongreyi gerçekleştiren sizlersiniz. Bundan dolayi sizi tebrike değer görür ve tebrik ederim. (Teşekkür ederiz sesleri) Kongre açilmiştir efendim.
Kaynak: Afet inan: izmir iktisat Kongresi, Ankara, 1982, s: 57-69 (GÜNÜMÜZ TÜRKÇESi: HACER - YAVUZ ÖZMAKAS)
 


